27 Mayıs 2020 Çarşamba





Yeni Hayat


İrem Deniz Aslan




Sanat insanların hayatlarını etkileyen önemli olayları duygularla birleştirir. Sonucunda insanların hayatlarını etkileyen eserler ortaya çıkar. Sinema sanatının hayatımızdaki yeri ise çok başkadır. Bunun nedeni her kesimden insana kolaylıkla ulaşabilmesidir. Göçler de insanların hayatını etkileyen önemli unsurlardan biridir ve sinemada konu olarak çokça kullanılmıştır.
Göçlerin insanlarının hayatını ne kadar çok etkilediğini filmlerde çok net bir şekilde görebiliyoruz. Dışlanmak, kandırılmak, daha zor bir yaşam… İşte filmlerdeki göçmenleri bekleyen yeni hayat. Filmlerde Rum göçmenlerinin “Gavur”, Almanya’daki Türk göçmenlerin “Aptal Türk”, köyden kente göçenlerin ise “Geri Kafalı” olarak adlandırılması dışlandıklarını gösteren örneklerdendir.
Mübadillerin her iki tarafta da istenmemesi, suçlanmaları, iki tarafa da ait olamayıp iki tarafı da çok sevmesi ve çektikleri özlem mübadele göçü konulu filmlerin ana temalarıdır. Ayrıca bu filmlerde göç sırasındaki zorluklardan, hiçbir şeylerini alamadan aceleyle göç etmek zorunda olduklarından, doğdukları ve büyüdükleri yerlerden istemeden zorla ayrılmak zorunda olduklarında da bahsedilir.
Köyden kente veya Almanya’ya göç konulu filmlerde köylüler samimi, saf, bilgisiz ve cahil; şehirliler ise çıkarcı, modern, ahlaksız olarak gösteriliyor. Bu filmlerde sınıf farkını, köylülerin ezildiğini, kandırıldığını ve kültürel farklılıklara uyum sağlamakta zorlandıklarını görürüz. Ayrıca bu filmlerin çoğunda göçün nedeni iş bulmak, zengin olmaktır. Ama olayda genellikle göçmenin iş bulmak ve güzel bir yaşam sürmek hayaliyle gittiği yerdeki tutunma çabaları yetersiz kalır, hayatı daha da kötüleşir. Sonuçta ’saf’ bir insan yabancı olduğu bir kültürde ve bilmediği bir şehirde ‘çıkarcı ve ahlaksız’ insanlar tarafından kandırılarak ne kadar güzel bir yaşam sürebilir ki?






İNSAN NEREDE YAŞAR ?



Berranur BOZKURT




İnsan hayatını kolay olduğu, daha iyi şartlarda yaşayacağı,her şeye kolay ulaşabileceği, doğal güzelliklerin çok olduğu, tarihi kalıntıların çok olduğu kısacası onu mutlu edecek her şeyin olduğu yerde yaşamak ister. Günümüzde insanlar daha rahat yaşamak istediği ve tüketici toplum yolunda hızla ilerlediği için üretmekten çok tüketmeye yönelik davranış sergiliyor. Bu sebeple de daha çok köy ve kasabadan; şehre,metropollere taşınıyor.

Ülkemizde nüfus, sanayinin gelişmiş olduğu yerlerde günümüzün gerekliliklerini karşılamak adına kırsal kesimlere nazaran daha yoğun ve bu durum çok olağan olduğu için günümüzde işsizlik son yıllarda yakın tarihin rekor seviyelerine ulaştığından dolayı insanlar nerede olursa olsun işin olduğu, sanayi, fabrika ve işletmelerin olduğu yerlere göç etmektedirler. Fakat nüfusun dağılışındaki tek etmen elbette sanayi değildir. Tarım alanlarının sınırlı ve ulaşımında zor olduğu yerlerde de nüfus azınlıktadır. Zengin su kaynaklarına sahip yerlerde de nüfusun çoğaldığını söyleyebiliriz. Ayrıca deniz ve göl kenarlarında nüfusun yoğun olmasının bir başka sebebi de turizmdir. 

Nüfusun farklı yoğunlukta olma sebeplerinden biri de iklimdir. İnsanoğlu her zaman ki gibi rahatına düşkün olduğu için soğuk iklimi değil sıcak, ılıman olan iklimi tercih eder.Bu yüzden sıcak olan bölgeler soğuk olan bölgelere nazaran daha kalabalıktır. Yer altı kaynaklarının çok olduğu yerlerde nüfus yoğunluğu işletmelerin artmasından dolayı fazladır. Buna örnek olarak Zonguldak’ta taş kömürü,Batman’ da ki petrolün sayesinden nüfusun artması örnek olarak verilebilir.  Ayrıca önemli ulaşım yolları üzerinde bulunan illerimizde de nüfus fazladır. 

Kayseriise 1,39 milyon nüfusuyla buna verilebilecek en güzel örneklerden bir tanesidir. Ülkemizin şu an ki nüfusu 83 milyona yakın bir değerdedir. Fakat bu 83 milyonun çoğu sanayinin geliştiği, iklimin elverişli olduğu, ulaşım ve tedarik zincirinin sorunsuz olarak gerçekleştiğimetropol gibi yerlerde yaşamaktadır. Aslında metropol gibi yerlerde yaşamanın bize getirdiği onlarca avantajın yanı sıra bizimde doğayla olan ilişkimiz giderek paraziter bir yaşama dönüşerek ondan fazlasıyla yaralanırken doğaya geri dönüşü olmayan zararlar vermekteyiz .Bu konuda verebileceğimiz en önemli örnek ise büyük şehirlerdeki hava kirliğinin son yıllarda insan sağlığı adına kritik düzeylere gelmesi ve bir çok yeraltı kaynağı bakımından zengin şehirlerin kaynaklarının tükenmesi olarak  verilebilir. 

Ülkemizin en kalabalık şehri Türkiye nüfusunun %18’inden fazlasını oluşturan ve 2010 Avrupa Kültür Başkenti seçilen İstanbul’dur. Tabi ki yukarıda örnek verdiğim çevre sorunlarının en büyük temsilcisi de bu şehrimizdir. Bir düşünelim 15 milyon insan yani Belçika, İsviçre, Avusturya ve komşumuz olan Yunanistan gibi birçok ülkeden daha kalabalıkbir şehirde bu gibi sıkıntılar nasıl yaşanmaz?

Bütün bunlardan yola çıkarak sanayileşme, tarım, yer altı kaynakları ve ulaşım nüfusu etkileyen beşeri faktörlerdendir. Beşeri etmenler insanların yaşam kolaylığı ve çalışma alanları bakımından yoğun olan yerlerde yaşamalarını etkiler. Diğerbir  taraftan iklim, yer şekilleri ve toprağın verimi ise fiziki föktörlerdendir.
.




                                    



Coğrafya Kaderimiz Midir?


                                                                                                Efe Özdemir
                          



 İbn-i Haldun’un Coğrafya kaderdir sözü çoğumuzun duyduğu ve hala tartışılan bir tezdir. Yaşadığımız coğrafyanın hayatımızda çok büyük etkileri olduğu tartışılmazdır.
Alışkanlıklarımızı, yemeğimizi, evimizi hatta kişiliğimizi etkileyen coğrafya elbette geleceğimizi de fazlasıyla etkiler. Ancak kaderimizi belirleyen başka etkenler de vardır. Azim, kararlılık gibi etkenler çoğu zaman coğrafyayı geride bırakabilmektedir.
Örneğin Nelson Mandela Apartheid rejiminin sürdüğü Güney Afrika’nın Doğu Cape eyaletinde hayata gelmiştir. Kendisine yapılan tüm kötülüklere rağmen davasından vazgeçmemiş ve sonunda hayalini kurduğu tüm bireylerin eşit haklara sahip olacağı özgürlüğe ülkesini kavuşturmuş bir liderdir.
O koşullarda dahi böyle bir başarıya imza atılabiliyor ise coğrafya tamamen kaderimiz değildir. Geleceğimiz daha çok bizlerin çabasıyla şekillenir bence. Coğrafya imkanlarımızı bir yere kadar kısıtlayabilir elbette. Belki önümüzdeki seçeneklerin çoğunu bizden alabilir. Ama kalanları değerlendirmek ve çalışmak bizim elimizdedir.
Ülkeler arasında coğrafi koşullar avantajlar ve dezavantajlar meydana getirir. Fakat bu avantajlar da doğru kullanılmadığında işe yaramayabilir. Bunu belirleyecek olan da yine ülkelerdir.
Bana kalırsa coğrafya kaderden daha çok imkandır. Kaderimizin oluşumunun sadece belli bir kısmında rol oynar.



                                


TÜRKİYE’NİN NADİDE GÜZELLERİ



Işıl Neslihan SAVAŞER



 Ülkemizin bitki örtüsünün zengin olduğunu bilmeyen yoktur herhalde. Peki, bu zenginlik nedenkaynaklanmaktadır? Neden ülkemizde yetişen bitkilerin %30’u endemiktir? Endemik ne demektir ve ülkemizdeki endemik türler nelerdir? Bu soruları sorduğunuzu duyar gibiyim. Şimdi gelin ve beraber bu soruları cevaplandıralım.
 Endemik Yunanca “Endemos (İndigenous)” yani “Yerli” kelimesinden gelmektedir. Endemik bitki, Dünya’nın sadece tek bir yerinde yetişen bitkiye verilen isimdir. Ülkemiz endemik bitkiler açısından Avrupa’dan üstün bir durumdadır. Ülkemizde yaklaşık üç bin adet endemik bitki vardır. Bu sayının yüksek olmasının temelinde “Coğrafya” yatar. Hepimizin bildiği gibi Türkiye engebeli ve dört iklimi de bünyesinde barındıran bir coğrafyaya sahiptir. Bunlar sayesinde bu kadar endemik bitkiye sahip olmamız şaşırtıcı değilaçıkçası. [Şekil 1]





Sırada sizler için özel olarak seçtiğim iki endemik bitkiyi tanıtmakta.:)
TERS LALE (Fritillariaİmperialis):
İşte karşınızda ilk güzelimiz Ters lale. (Şekil 2) Hakkari’de yetişen bu özel bitki yöre ile tamamen özdeşleşmiş durumdadır. O kadar büyüleyici bir güzelliğe sahip ki gözlerimizi üstünden bir türlü alamıyoruz. Tarih boyunca güzelliğin sembolü olmuş bir bitkidir. (Şekil3) 






Hristiyan rivayetlerine göre Hz.İsa’nın çarmıha gerilişine şahit olan Hz. Meryem’ in gözyaşlarının düştüğü yerde Ters lale yetişmeye başlamıştır. Güzelliğin sembolü olmasının yanında hüznün de sembolüdür. Bunun nedeni bir halk hikayesine göre Ferhat ile Şirin’in kavuşamamasıdır. Diğer adıyla “Ağlayan Gelin” buna tanık olduğu için boynu bükük ve rengi kırmızıdır. Aslında Anadolu topraklarında görülen büyük acıları özetleyen nadide bir bitkidir. Ters lale yeri gelmiş Osmanlı Devleti’nde saray bahçelerini süslemiş yeri gelmiş Mimar Sinan’ın ustalık eseri Selimiye Camii’ndeki bir motifolmuş yeri gelmiş halk ozanımız Aşık Veysel’in türkülerine girmiştir.
SIĞLA AĞACI(LiquidambarOrientalis):
Türkiye’de “Günlük Ağacı” olarak da bilinmektedir. (Şekil 4) Sulak ortamları çok seven sığla ağacı özellikle Fethiye-Marmaris‘te ormanları oluşturmaktadır. (Şekil 5) En eski ağaçlardan birisidir. Antik dönemden günümüze kadar gelmiş ve günümüzde tıbbi ve kozmetik alanlarında kullanımı vardır. 





Aramızda kalsın ama Kleopatra’nın güzellik sırlarını bu ağaca borçlu olduğu söylenir. :) Bu yönden sığla ağacının Türkiye’de yetişmesi bizler için oldukça büyük bir şans öyle değil mİ ? 😉
Kleopatra, sığla yağını; aşk iksiri, parfüm, bakım ve şifa amacıyla kullandığı söylenir. Aynı zamanda Hipokrat ilaç olarak kullanırken Mısırlılar mumyalama işlemleri için kullanırlarmış Sığla ağacını.
 Ülkemizde o kadar çok değerli, özel ve güzel endemik bitkiler var ki bunların hiçbirini anlata anlata bitiremeyiz. Bunun genetik bir zenginlik olduğunu unutmamalı ve gerekli önemi verip nadide güzellerin neslinin tükenmesine asla izin vermemeliyiz.



Kaynakça:


















22 Mayıs 2020 Cuma





Coğrafya Kader(mi)dir?
Kaderine Karşın Kaderini Şekillendirmek



Esra ALBAYRAK




İnsanların dünyaya gelirken seçemeyeceği bazı şeyler vardır. Mesela doğduğumuz yeri seçemeyiz. Doğduğumuz yer bizim kaderimiz mi yoksa değil mi? Bence doğduğumuz yer yani dünyaya geldiğimiz coğrafya aynı cinsiyetimiz gibi bizim kaderimizdir.

Doğduğumuz yerin hayatımızda önemli bir yeri vardır.Ama doğduğumuz coğrafya hayatın bize sunduğu imkânları kısıtlamaz. Örneğin Mardin'de büyük bir ailenin yedinci çocuğu olarak 1946’dadünyaya gelen Aziz SANCAR'IN kaderi bu coğrafyada doğmakmış. Kimi şehirlere kimi ülkelere göre verebileceği imkânı çok az olan bir bölgemizdir Mardin. Ama Aziz SANCAR kaderine karşın kaderini şekillendirmiş ve çok önemli başarılara imza atmıştır.

Evet, doğduğumuz coğrafyayı biz belirleyemiyoruz mesela şu an İsviçreli bir ailenin çocuğu da olabilirdik Liberyalı bir ailenin çocuğu da olabilirdik ama hayat herkese eşit imkân sunuyor. İşte bunu kavrayabilen kişiler elverişsiz ortamlarda büyümesine rağmen hayatta bir şey başarabiliyor.
      Hayata hep azimli bir pencereden bakan bir insan geldiği yeri değiştiremez ama gideceği yeri ve başarılarını belirleyebilir.
Anahtar Kelimeler : Azim, fikir, kader, başarı, ilham






Coğrafya Neden Önemlidir?


Kerem Yavuz Can



Coğrafyaiklimi, ekosistemi, tarımı ayrıca devletlerin ve insanların kültürlerini ve ekonomik faaliyetlerini etkiler. Ben burada coğrafyanın ekonomiye olan etkisini ele almak istiyorum. Türkiye konum açısından dünyanın en önemli ülkelerinden biridir. İstanbul boğazına sahip olduğu için ticari gemiler oradan geçerken Türkiye buradan gelir elde etmektedir.

Ayrıca Doğu Akdeniz’e kıyısı olduğu için kendi kıta sahanlığında bulunan doğal gaz ve petrol rezervi ona aittir. Dünyadaki bor rezervinin enbüyük kısmı Türkiye’de bulunur. Karadeniz bölgesi balıkçılığa elverişlidir. Akdeniz Bölgesi’ndeyse ağırlıklı olarak meyve ve sebze üretilmektedir. Bunların ihracı ülkeye önemli bir gelir sağlamaktadır. Türkiye iklimi ve deniziyle dünyanın en fazla turist çeken 6. Ülkesi olması nedeniyle turizm gelirlerine sahiptir. 

Bireyler açısındansa insanların ekonomik faaliyetleri bölgeden bölgeye değişmektedir. Örneğin Ege Bölgesinde zeytin yetiştiriciliği ve arıcılık, Akdeniz’de turunçgiller ve pamuk yetiştiriciliği, İç Anadolu’da buğday yetiştiriciliği, Karadeniz’de balıkçılık, Doğu Anadolu’da hayvancılık Türkiye’de en çok görülen ekonomik faaliyetlerdir. Dolayısıyla coğrafi konum gelir kaynağı seçiminde önemli bir etkendir.

Öte yandan kardeş ülkemiz Azerbaycan Kafkasya’da bulunan bir ülkedir ve Hazar Denizi’ne kıyısı vardır dolayısıyla güçlü petrol rezervi vardır. Ayrıca tahıl, meyve, pamuk, çay ve tütün yetiştiriciliği ve arıcılıkla hayvancılık da önemli ekonomik faaliyetlerdendir.

Yukarıdaki örneklerde görüldüğü gibi coğrafyanın insan ve devlet ekonomilerine doğrudan katkısı bulunmaktadır ve oldukça önemlidir.






GÖÇSÜZ DÜNYA SENARYOSU


                                                                               Erkin Apak






Yaklaşık 70.000 ila 100.000 yıl önce Homo Sapiens Afrika’dan göç etmeye başladı. Tarih boyunca göçler her zaman devam etti ve küreselleşme meydana geldi. Peki, olaylar böyle gelişmeseydi dünya nasıl bir yer olurdu? Bu göçlerin yararları ve zararları neydi? Gelin, geçmişten örneklerle bu konuyu ele alalım.

Öncelikle göçün kültürel zenginlik, bilimsel ilerleme, gelişmiş ülkelerin iş gücü açığını kapatma gibi durumlarda önemli bir rolü olduğu kaçınılmaz. Şimdi Alman araştırıcıların 1933’te başlayan göçlerinden bahsetmek istiyorum. Nazilerin baskısıyla bazı bilim insanlarının Türkiye’ye gelişiyle tıp, ülkemizde uluslararası bir düzeye taşındı. Bu kişilerin verdiği eğitimle çok değerli Türk hekimler yetişti. Ankara’da ilk modern çocuk hastanemizi kuran İhsan Doğramacı, Düsseldorflu Profesör Albert Eckstein’ın öğrencisiydi. Yani Alman bilim insanları gelmeseydi, belki de Türkiye’nin tıptaki ilerlemesi bu kadar olamayabilirdi.

Göçün bilimsel açıdan etkilerine ülkemizden bir örnek verdikten sonra zamanı geriye sarıp, daha geniş bir kapsama sahip olan bir döneme gidiyoruz. Doğu bütün ticaret yollarını elde edince Avrupa sıkıntıya girmişti. Ama Kristof Kolomb Hindistan’a gitmek isterken Amerika’nın keşfedilmesi olayların seyrini değiştirdi. Böylece Avrupa’nın nüfus fazlalılığı sorununu çözebileceği ve elindeki ürünleri ekebileceği bir bölge bulunmuş oldu; tabii önemli bir göç dalgası başladı. Afrika’dan insanlar zorunlu olarak göç ettirildi; Sanayi Devrimi’nden sonra teknoloji ilerleyince Amerika’ya gelen Afrikalıların sayısı da arttı. 

Bu hareketlilikle sadece insanlar değil; aynı zamanda çeşitli bitkiler, hayvanlar ve salgınlar da yer değiştirdi. Eski ve Yeni Dünya arasında bir değiş tokuş başladı. Şimdi bütün bahsettiklerimizden göç etkenini çıkaralım ve tekrar bakalım. Ne kadar çok şey değişti, öyle değil mi? Avrupa’daki devasa para akışı gerçekleşemeyecekti; acaba günümüzdeki Amerika’yla karşılaşabilecek miydik veya şu an sofralarımızda bulunan fasulyeyle, domatesle, biberle? Ya Rusya’yı dünya gücü yapan patatese ne demeli?

Yukarıda anlatılan örneklerle de görüyoruz ki, geçmişteki göçlerin olmadığını düşünmek, zihnimizde bambaşka bir dünya oluşturmaktadır.

Anahtar kelimeler: Göç, Dünya, değişim

21 Mayıs 2020 Perşembe





KADIRGA AMERİKA’YA GİDER Mİ?


Burak Kibaroğlu




Osmanlı Devleti, Coğrafi Keşifler akımına katılamadı. Bunun arkasında yatan nedenlere baktığımız zaman çoğunlukla coğrafya faktörünü görmekteyiz.
 İlk olarak Osmanlı’nın okyanuslarda gitmeye elverişli gemiler yapabilecek elverişli limanları yoktu. Bunların yanı sıra hammadde ve yerel sanayi kapsamında da Müslüman limanları Avrupalı muadilleriyle boy ölçüşecek durumda değildi. Barcelona, Venedik, Marsilya ile karşılaştırıldığında Cezayir, Becaye, Cicel gibi Mağrib limanları geri kalmış ekonomilerdi. Bu dezavantajlara Mağrib’in verimsiz ve fakir hinterlandını da ekleyince, bu limanlara korsanlıktan başka bir şans kalmadığını söyleyebiliriz. İstanbul Limanı’na baktığımız zaman ise okyanus kıyılarına çok uzakta olduğu söylenebilir. Buradan çıkacak bir filonun Cebelitarık’a varması ve okyanusa ulaşması aylar sürerdi. Ayrıca bu sularda tecrübesi olan Cezayir korsanları bile Cebelitarık’ı ancak 1580’lerde ve bunu da dini ritüeller eşliğinde geçerek aslında boğazın ters akıntılarından ne kadar korktuklarını açık edeceklerdi. Ancak iş boğazı geçmekle de bitmiyordu ve asıl sorunun burada ortaya çıktığını söyleyebiliriz. XVI. Yüzyılın ikinci yarısından önce doğru düzgün faaliyet gösteremeyen Fas limanlarının yetersizliği, lojistik problemlerin çözülememesi demekti; ikmal ve sığınak noktalarının azlığı ecdadın okyanus serüvenini daha başlamadan bitirmişti.
   Bir diğer argümana baktığımız zaman ise, buradaki bir diğer eksiğin Osmanlı gemileriyle ilgili olduğunu görmekteyiz. Osmanlıların Akdeniz’de kullandıkları gemileri kadırga türevi, yelken ve kürek birlikte bulunmaktadır; çünkü okyanustakinin aksine Akdeniz’in rüzgârsız günleri boldur ve girdili çıktılı topoğrafyası yelkenle manevrayı zorlaştırmaktadır. Uzun bir kayığı andıran kadırgalar, tayfa ve askerin yanı sıra 144 kürekçiye sahiptir. Bu da besleyecek insan sayısının hatrı sayılır düzeyde artması demektir. Akdeniz’in sığ sularında gitmesi gereken ve bu yüzden de az su çekmek için tasarlanmış bu gemilerin ambar alanı da kısıtlıdır ve bu da iki haftada bir su ikmali yapılması gerekmektedir. Şayet böyle ikmal noktaları olsaydı, Amerika’ya ulaşmaları pek de mümkün değildir. Akdeniz’de olsalardı, düşman limanlarında bile ikmal yapabilirlerdi ancak okyanus bu koşullar altında ‘vahşi ormana’ benzetilebilir.
Peki gerçekten tüm bu engeller aşılsaydı, Osmanlı Amerika’yı sömürebilir miydi? Bu soruya da cevap maalesef hayır olurdu. Çünkü Avrupalı devletler tarafından Amerika’nın sömürülmesinin nedeni, pamuk, kahve gibi bazı ticari ürünlerin kendi ekonomilerini beslemeleriydi. Ancak Osmanlı’da durum, coğrafyanın etkisiyle biraz daha farklıydı. Çünkü buradaki ürün zenginliği zaten Osmanlı’nın bulunduğu coğrafyada da zaten vardı. Yani Osmanlıların eksiği hammadde değil, iktisadi altyapıdır. Tüm bu engellere rağmen, Müslüman tüccarlar Amerika’ya yerleşse bile, bunları Cebelitarık’tan İstanbul’a getirmek de ayrı bir muammadır. Kezâ güçlü yelkenli filolarına sahip olan İspanyolların bile İngiliz ve Hollandalı korsanlarla başa çıkamadığı bir ortamda, bu tüccarların yaşama şansı çok düşüktür. Kısacası, Akdeniz devletlerinin okyanuslarda elde edilebilecek pek bir şey yoktur.
Anahtar Kavramlar: Tarih, Osmanlı, Coğrafi Keşifler, Gemi








Nadir Bitkilerin Nadide Hikâyeleri


Mihrinisa UYSAL



Türkiye’nin endemik bitkilerini sormadan önce endemik nedir diye sormak gerekir. Endemik, Yunanca “endemos” kelimesinden gelmektedir, yerli demektir. Günümüzde ise yeryüzünün yalnızca bir kesiminde yetişen tür olarak kullanılır.
Dört mevsimi aynı anda yaşayabilen vatanımızda coğrafi konumundan dolayı 10.000 farklı bitki yetişebiliyor ve bu bitkilerin 3.090 türü endemik. Bu sayıyı daha iyi kavrayabilmemiz için kıyaslamaya gitmek gerekir.
Şimdi bazı endemik bitkilere örnek verelim;
Resimdeki çiçeğin adı yanardöner, diğer bir adıyla sevgi çiçeği. Bu çiçeğin hüzünlü bir hikâyesi var. Hadi hikâyesine göz atalım.
Mogan gölünün iki yakasında iki çoban koyunlarını otlatır, birbirlerine aşk şarkıları söyler, kaval çalar, sevgilerini dillendirirmiş. Aşkları bütün Gölbaşına yayılmış, herkes bu aşktan konuşur olmuş. Gel gelelim yağız delikanlının ağa babası bu aşkın önünde büyük engelmiş: ”Ben oğluma ağa kızı alırım.” deyip fakir çoban kızını aşağılarmış. Aşkları yüreklerinde, şarkıları dillerinde, kaval ellerinde Mogan kıyısında dertli şarkılarla birbirleriyle dertleşen gençler vereme yakalanmışlar. İki kıyıda dertli şarkılarını birbirlerine söylerken yüreklerinden gelen kanlar etrafa yayılıp kan rengi çiçekler açmış. Bu çiçekleri toplamaya gelen âşıklar iki sevgilinin mezarlarını türbeye çevirmişler. Bu gün sevgi çiçeği hala sadece o bölgede açar.
Yanardöner çiçeğinin sadece o bölgede açtığını fark eden halkımız, bunu güzel bir sebebe bağlamak istemiştir. Böylece hikâyesi oluşturulup yıllarca anlatılmıştır.
Resimdeki çiçeğin adı Anadolu karanfili. Bu çiçeğe genelde Anadolu’nun her yanında, yüksek kesimlerde rastlarız. Güneşi ne kadar kuvvetliyle rengi o kadar kırmızı olur.
Her renginin ayrı bir güzelliği, ayrı bir anlamı vardır. Mesela; beyaz karanfil saflık ve temizlik, kırmızı karanfil aşk ve özlem anlamına gelir.
Özel ve naif bir çiçek olduğu için tören ve merasimlerde sıkça kullanılır.









SINIRLARDAKİ İNCE ÇİZGİ




Sena Dinler





            “Fiziki haritayı daha çok severdim, dünya bir bütün olurdu çünkü o zaman, sınırlar kaybolurdu ve benim için bütün o kesik çizgilerle birbirinden ayrılmış ülkeler varılabilir, görülebilir birer coğrafya haline gelirdi.” Murat Uyurkulak (Toy)
            Bir kişiden coğrafyayı tanımlamasını istersek büyük ihtimalle bize bölgelerden, iklimden, yeryüzü şekillerinden bahseder. Ama coğrafya ilk başta aklımıza gelen bu tanımlardan daha öte bir kavramdır.
Coğrafyayı anlamak için sınır çizmek şart değildir. Tek yapmamız gereken aslında zaten onun içinde yaşadığımızın farkına varmaktır. Onun için de yaşadığımızı fark edince bizi şekillendirdiğini de fark edeceğiz. Şekillendirdiden kastım bizi amaçlarımıza göre parçalara ayırması. Mesela ülkemizde ticaretle uğraşan insanların büyük bir çoğunluğu Marmara kıyılarımızda toplanmıştır ya da bir şeyler başarmak, dünya üzerinde iz bırakmak isteyen çoğu insanın aklında hayaller şehri New York’a gitmek vardır.
            Coğrafya aynı zamanda insanların düşünce yapısını da etkiler. Peki sizce bu doğru mu? Bazı araştırmacılar da bu soruyu sormuşlar ve bir deney yapmışlar. Bu deneyde Amerikalılardan ve Japonlardan odanın içinde sandalyede oturan bir kadının fotoğrafını çekmesini istemişler. Amerikalılar daha çok sadece yüzü kapsayan daha ayrıntılı fotoğraflar çekerken Japonlar odanın içini de fotoğrafa dâhil etmişlerdir. Kısaca bu deneye göre batı insanı detaycı düşünce yapısına sahipken doğu insanı daha çok bir bütünden bahsetmek ister diyebiliriz.
Bilimsel gelişmelerin batıdan doğuya doğru yayılmasının nedeni sizce bu olabilir mi?
            Peki, coğrafya deyince aklımıza gelen sınırları çizmesek neler olurdu? Belki de bunu  en güzel şekilde dile getiren Ataol Behramoğlu’dur “Tüm okyanuslarda yüzmek isterdim, kahrolası sınırlar olmasa.”




           








COĞRAFYA NEDEN ÖNEMLİDİR?


Ecem ALTINOK




Coğrafya, Dünya’nın yeryüzü şekillerini, okyanusları, çevreyi ve ekosistemleri ve insan toplumu ile çevreleri arasındaki etkileşimi inceleyen bilim dalıdır. Coğrafya kelimesi tam anlamıyla géo (jeo) ve graphien (grafeyin) kelimelerinin birleşmesinden oluşur ve yerin tasviri anlamına gelir.
İnsanlar varoldukları ilk anlardan itibaren merak duygusu barındırmışlardır ve bu duygu onlara yaşadıkları yeri keşfetme ihtiyacı hissettirmiştir. Bu yüzden insanlar coğrafya bilimine ihtiyaç duymuştur.
Coğrafyanın gelişmesiyle de insanlar hem yaşadıkları çevre hem de tüm dünya hakkında bilgi edinebilme imkanıbulmuş, doğal kaynaklar hakkında detaylı bilgi edinmiş ve bu sayede onların kullanımını planlayabilir hale gelmişlerdir.
Buna ek olarak haritalar sayesinde yön tayin etmek kolaylaşmış, çevre sorunlarına karşı bilinçlenip önlem alabilir hale gelmişlerdir. Coğrafya insanlara gözlemleriyle ilgili nedensel görüş koymanın gerekliliğini öğretmiştir.
Günümüzde coğrafya insan hayatında vazgeçilmez bir hal almış olmakla beraber bizi hayatın pek çok alanına karşı geliştirip hazırlar. Coğrafya, hayatı, çevremizi ve olaylar arasındaki ilişkileri anlamamıza yardımcı olan bir anahtar konumundadır. Bize değer vereni tanıma, evreni ve içinde bizim için sunulan her şeyi görebilme sanatıdır.






TÜRK FİLMLERİNDE GÖÇ OLGUSU
Beyaz Perdeye Yansıyan Hayatlar


Faruk Kaya



Sinema, yaşanmış olan veya yaşanabilecek her şeyi konu alan bir sanattır. Kavimler Göçü gibi çağ açıp çağ kapatan tüm dünyayı etkileyen önemli bir olay olan göçleri de konu almıştır. Türkiye'de 1950'li yıllarla birlikte başlayan kente göç olgusu, zamanla sosyolojinin temel konularından birini oluşturmuştur. Sinemada kentleşme olgusunun ele alınması da ancak 1960'lı yıllarla birlikte görülmüştür.
Türkiye’de kırsaldan kente iç göçü konu alan Halit Refik’in “Gurbet Kuşları” (1964) ilk filmdir. Bu film: Kahramanmaraş'tan, İstanbul'a göç eden bir ailenin dramını anlatıyor. Aile, büyük umutlarla İstanbul'a geliyor. Kent ve kentteki yaşam aile bireylerini farklı biçimde etkiliyor, zamanla aileden kopmalar başlıyor. Aile İstanbul’a taşınırken, Maraş’taki hemşerilerinden daha üst konuma geleceklerini düşünürler. Aynı yıllarda yurtdışına olan işçi göçleri de geçim sıkıntısı çeken bireylerin orada çalışıp biriktirdikleri ile memleketlerinde daha iyi yaşayacaklarını düşünmeleri ile olmuştur.
1972’de “Dönüş” filminde de Almanya’ya para kazanmak için giden İbrahim’in geride bıraktığı köy hayatına yabancılaşmasıyla tamamen yalnızlaşan eşi Gülcan’ın köy halkından baskı görmesi ve çocuğunu kaybetmesine kadar gider. İbrahim geçte olsa döner fakat başka bir hayat kurduğunun kanıtlarıyla.
Bu filmde olduğu gibi insanların para kazanmak için ettikleri göçler göç eden insanların farklı bir yaşam tarzı ile karşılaşmasıyla birlikte eski yaşadıkları yerlere yabancılaşmalarıyla sonuçlanmıştır. Örneğin şuan da ilk olarak 2 bin 500 Türkün göç ettiği Almanya'da, bugün üçüncü nesle ulaşan yaklaşık 3 milyon Türk bulunuyor.1980'lerdeki bir film olan“Züğürt Ağa”
Ağanın köylüler tarafından kandırılıp hiçbir şeyinin kalmamasıyla İstanbul’a göç etmesini ve orada yaşam şartlarına alışamadığı için yaşadığı zorlukları anlatmaktadır. Genellikle bu dönemdegelenlerin nerede ve nasıl yaşayacağısorun olmuştur.




11 Mayıs 2020 Pazartesi






Göçler Olmasaydı



Kubilay Abay





Göçler, insanların birtakım nedenlerden dolayı bulunduğu yerden başka bir yerde yaşamını sürdürmek amacıyla yer değiştirmesidir.İnsanlar hastalık, savaş ve ekonomi gibi birtakım sebeplerden dolayı, daha iyi bir yaşam kurmak için göç etmek zorunda kalmışlardır.
Göçler temel olarak ikiye ayrılabilir. Zorunlu göç ve gönüllü göç … Zorunlu göç savaş, çeşitli hastalık ve ekonomik durumlar; gönüllü göç ise kişinin daha rahat bir yaşam sürmek için seçtiği bir yaşam şeklidir. Örneğingünümüzde daha çok işçi göçleri ve beyin göçleri ve ayrıca köyden daha iyi olanaklar için semte geçiş de vardır.Dünya’da benim en çok ilgimi çeken göç Orta Asya Türklerinin göçüdür zira bu göç olmasaydı coğrafi keşifler de gecikecekti, Bizans belki de hala ayakta kalacaktı ya da biraz daha uzun bir süre ayakta kalmaya devam ederdi.Türkler yine Müslüman olurdu çünkü Talas savaşında Türkler toplu olarak Müslüman olmaya başlamıştı yani bunun Anadolu ile bir alakası yok sadece süreci hızlandırmıştır.
Bence Haçlı seferleri de olmazdı, Rusya çok daha geç gelişirdi (Altun Orda Devleti).Yani Orta Asya Göçleri diğer ülkeleri bütünüyle etkilemiş yeni bir çağın doğmasına sebep olmuştur. Bu göçler Anadolu’da noktalanmış olarak görünse de Osmanlı İmparatorluğunun genişlemesiyle göçler devam etmiştir. Esasen tarih boyunca Türkler göç etmiştir.
Şimdi asıl hususa geçelim Dünya’da hiç göç olmasaydı. Bence hiç göç olmadığı bir olasılık esasen düşünülemez zira insanlar merak eder bu merak insanların yeni kıtalar bulmasını, yeni şeyler icat etmesinden çıkarabiliriz. Ama göçler olmasaydı bir kere insanlar elindeki daha doğrusu yaşadığı yerdeki imkanları daha değerli kullanırdı. 
Farklı etkileşimler olmazdı. İstanbul gibi büyükşehirler göç almadığından diğer şehirlerin nüfuslarıyla dengelenirdi bugünkü mega kentler olmazdı. Tarım ve hayvancılıkta makineleşmeden dolayı köylerde işsizlik oranı büyük ölçüde artardı.Çarpık kentleşme günümüzdeki kadar olmazdı. Bölgesel farklılık artardı kültürümüzü belki de kültürümüzü bu kadar densizce unutmazdık.









Yeni Hayat İrem Deniz Aslan Sanat insanların hayatlarını etkileyen önemli olayları duygularla birleştirir. Sonuc...