21 Mayıs 2020 Perşembe





KADIRGA AMERİKA’YA GİDER Mİ?


Burak Kibaroğlu




Osmanlı Devleti, Coğrafi Keşifler akımına katılamadı. Bunun arkasında yatan nedenlere baktığımız zaman çoğunlukla coğrafya faktörünü görmekteyiz.
 İlk olarak Osmanlı’nın okyanuslarda gitmeye elverişli gemiler yapabilecek elverişli limanları yoktu. Bunların yanı sıra hammadde ve yerel sanayi kapsamında da Müslüman limanları Avrupalı muadilleriyle boy ölçüşecek durumda değildi. Barcelona, Venedik, Marsilya ile karşılaştırıldığında Cezayir, Becaye, Cicel gibi Mağrib limanları geri kalmış ekonomilerdi. Bu dezavantajlara Mağrib’in verimsiz ve fakir hinterlandını da ekleyince, bu limanlara korsanlıktan başka bir şans kalmadığını söyleyebiliriz. İstanbul Limanı’na baktığımız zaman ise okyanus kıyılarına çok uzakta olduğu söylenebilir. Buradan çıkacak bir filonun Cebelitarık’a varması ve okyanusa ulaşması aylar sürerdi. Ayrıca bu sularda tecrübesi olan Cezayir korsanları bile Cebelitarık’ı ancak 1580’lerde ve bunu da dini ritüeller eşliğinde geçerek aslında boğazın ters akıntılarından ne kadar korktuklarını açık edeceklerdi. Ancak iş boğazı geçmekle de bitmiyordu ve asıl sorunun burada ortaya çıktığını söyleyebiliriz. XVI. Yüzyılın ikinci yarısından önce doğru düzgün faaliyet gösteremeyen Fas limanlarının yetersizliği, lojistik problemlerin çözülememesi demekti; ikmal ve sığınak noktalarının azlığı ecdadın okyanus serüvenini daha başlamadan bitirmişti.
   Bir diğer argümana baktığımız zaman ise, buradaki bir diğer eksiğin Osmanlı gemileriyle ilgili olduğunu görmekteyiz. Osmanlıların Akdeniz’de kullandıkları gemileri kadırga türevi, yelken ve kürek birlikte bulunmaktadır; çünkü okyanustakinin aksine Akdeniz’in rüzgârsız günleri boldur ve girdili çıktılı topoğrafyası yelkenle manevrayı zorlaştırmaktadır. Uzun bir kayığı andıran kadırgalar, tayfa ve askerin yanı sıra 144 kürekçiye sahiptir. Bu da besleyecek insan sayısının hatrı sayılır düzeyde artması demektir. Akdeniz’in sığ sularında gitmesi gereken ve bu yüzden de az su çekmek için tasarlanmış bu gemilerin ambar alanı da kısıtlıdır ve bu da iki haftada bir su ikmali yapılması gerekmektedir. Şayet böyle ikmal noktaları olsaydı, Amerika’ya ulaşmaları pek de mümkün değildir. Akdeniz’de olsalardı, düşman limanlarında bile ikmal yapabilirlerdi ancak okyanus bu koşullar altında ‘vahşi ormana’ benzetilebilir.
Peki gerçekten tüm bu engeller aşılsaydı, Osmanlı Amerika’yı sömürebilir miydi? Bu soruya da cevap maalesef hayır olurdu. Çünkü Avrupalı devletler tarafından Amerika’nın sömürülmesinin nedeni, pamuk, kahve gibi bazı ticari ürünlerin kendi ekonomilerini beslemeleriydi. Ancak Osmanlı’da durum, coğrafyanın etkisiyle biraz daha farklıydı. Çünkü buradaki ürün zenginliği zaten Osmanlı’nın bulunduğu coğrafyada da zaten vardı. Yani Osmanlıların eksiği hammadde değil, iktisadi altyapıdır. Tüm bu engellere rağmen, Müslüman tüccarlar Amerika’ya yerleşse bile, bunları Cebelitarık’tan İstanbul’a getirmek de ayrı bir muammadır. Kezâ güçlü yelkenli filolarına sahip olan İspanyolların bile İngiliz ve Hollandalı korsanlarla başa çıkamadığı bir ortamda, bu tüccarların yaşama şansı çok düşüktür. Kısacası, Akdeniz devletlerinin okyanuslarda elde edilebilecek pek bir şey yoktur.
Anahtar Kavramlar: Tarih, Osmanlı, Coğrafi Keşifler, Gemi








Nadir Bitkilerin Nadide Hikâyeleri


Mihrinisa UYSAL



Türkiye’nin endemik bitkilerini sormadan önce endemik nedir diye sormak gerekir. Endemik, Yunanca “endemos” kelimesinden gelmektedir, yerli demektir. Günümüzde ise yeryüzünün yalnızca bir kesiminde yetişen tür olarak kullanılır.
Dört mevsimi aynı anda yaşayabilen vatanımızda coğrafi konumundan dolayı 10.000 farklı bitki yetişebiliyor ve bu bitkilerin 3.090 türü endemik. Bu sayıyı daha iyi kavrayabilmemiz için kıyaslamaya gitmek gerekir.
Şimdi bazı endemik bitkilere örnek verelim;
Resimdeki çiçeğin adı yanardöner, diğer bir adıyla sevgi çiçeği. Bu çiçeğin hüzünlü bir hikâyesi var. Hadi hikâyesine göz atalım.
Mogan gölünün iki yakasında iki çoban koyunlarını otlatır, birbirlerine aşk şarkıları söyler, kaval çalar, sevgilerini dillendirirmiş. Aşkları bütün Gölbaşına yayılmış, herkes bu aşktan konuşur olmuş. Gel gelelim yağız delikanlının ağa babası bu aşkın önünde büyük engelmiş: ”Ben oğluma ağa kızı alırım.” deyip fakir çoban kızını aşağılarmış. Aşkları yüreklerinde, şarkıları dillerinde, kaval ellerinde Mogan kıyısında dertli şarkılarla birbirleriyle dertleşen gençler vereme yakalanmışlar. İki kıyıda dertli şarkılarını birbirlerine söylerken yüreklerinden gelen kanlar etrafa yayılıp kan rengi çiçekler açmış. Bu çiçekleri toplamaya gelen âşıklar iki sevgilinin mezarlarını türbeye çevirmişler. Bu gün sevgi çiçeği hala sadece o bölgede açar.
Yanardöner çiçeğinin sadece o bölgede açtığını fark eden halkımız, bunu güzel bir sebebe bağlamak istemiştir. Böylece hikâyesi oluşturulup yıllarca anlatılmıştır.
Resimdeki çiçeğin adı Anadolu karanfili. Bu çiçeğe genelde Anadolu’nun her yanında, yüksek kesimlerde rastlarız. Güneşi ne kadar kuvvetliyle rengi o kadar kırmızı olur.
Her renginin ayrı bir güzelliği, ayrı bir anlamı vardır. Mesela; beyaz karanfil saflık ve temizlik, kırmızı karanfil aşk ve özlem anlamına gelir.
Özel ve naif bir çiçek olduğu için tören ve merasimlerde sıkça kullanılır.









SINIRLARDAKİ İNCE ÇİZGİ




Sena Dinler





            “Fiziki haritayı daha çok severdim, dünya bir bütün olurdu çünkü o zaman, sınırlar kaybolurdu ve benim için bütün o kesik çizgilerle birbirinden ayrılmış ülkeler varılabilir, görülebilir birer coğrafya haline gelirdi.” Murat Uyurkulak (Toy)
            Bir kişiden coğrafyayı tanımlamasını istersek büyük ihtimalle bize bölgelerden, iklimden, yeryüzü şekillerinden bahseder. Ama coğrafya ilk başta aklımıza gelen bu tanımlardan daha öte bir kavramdır.
Coğrafyayı anlamak için sınır çizmek şart değildir. Tek yapmamız gereken aslında zaten onun içinde yaşadığımızın farkına varmaktır. Onun için de yaşadığımızı fark edince bizi şekillendirdiğini de fark edeceğiz. Şekillendirdiden kastım bizi amaçlarımıza göre parçalara ayırması. Mesela ülkemizde ticaretle uğraşan insanların büyük bir çoğunluğu Marmara kıyılarımızda toplanmıştır ya da bir şeyler başarmak, dünya üzerinde iz bırakmak isteyen çoğu insanın aklında hayaller şehri New York’a gitmek vardır.
            Coğrafya aynı zamanda insanların düşünce yapısını da etkiler. Peki sizce bu doğru mu? Bazı araştırmacılar da bu soruyu sormuşlar ve bir deney yapmışlar. Bu deneyde Amerikalılardan ve Japonlardan odanın içinde sandalyede oturan bir kadının fotoğrafını çekmesini istemişler. Amerikalılar daha çok sadece yüzü kapsayan daha ayrıntılı fotoğraflar çekerken Japonlar odanın içini de fotoğrafa dâhil etmişlerdir. Kısaca bu deneye göre batı insanı detaycı düşünce yapısına sahipken doğu insanı daha çok bir bütünden bahsetmek ister diyebiliriz.
Bilimsel gelişmelerin batıdan doğuya doğru yayılmasının nedeni sizce bu olabilir mi?
            Peki, coğrafya deyince aklımıza gelen sınırları çizmesek neler olurdu? Belki de bunu  en güzel şekilde dile getiren Ataol Behramoğlu’dur “Tüm okyanuslarda yüzmek isterdim, kahrolası sınırlar olmasa.”




           








COĞRAFYA NEDEN ÖNEMLİDİR?


Ecem ALTINOK




Coğrafya, Dünya’nın yeryüzü şekillerini, okyanusları, çevreyi ve ekosistemleri ve insan toplumu ile çevreleri arasındaki etkileşimi inceleyen bilim dalıdır. Coğrafya kelimesi tam anlamıyla géo (jeo) ve graphien (grafeyin) kelimelerinin birleşmesinden oluşur ve yerin tasviri anlamına gelir.
İnsanlar varoldukları ilk anlardan itibaren merak duygusu barındırmışlardır ve bu duygu onlara yaşadıkları yeri keşfetme ihtiyacı hissettirmiştir. Bu yüzden insanlar coğrafya bilimine ihtiyaç duymuştur.
Coğrafyanın gelişmesiyle de insanlar hem yaşadıkları çevre hem de tüm dünya hakkında bilgi edinebilme imkanıbulmuş, doğal kaynaklar hakkında detaylı bilgi edinmiş ve bu sayede onların kullanımını planlayabilir hale gelmişlerdir.
Buna ek olarak haritalar sayesinde yön tayin etmek kolaylaşmış, çevre sorunlarına karşı bilinçlenip önlem alabilir hale gelmişlerdir. Coğrafya insanlara gözlemleriyle ilgili nedensel görüş koymanın gerekliliğini öğretmiştir.
Günümüzde coğrafya insan hayatında vazgeçilmez bir hal almış olmakla beraber bizi hayatın pek çok alanına karşı geliştirip hazırlar. Coğrafya, hayatı, çevremizi ve olaylar arasındaki ilişkileri anlamamıza yardımcı olan bir anahtar konumundadır. Bize değer vereni tanıma, evreni ve içinde bizim için sunulan her şeyi görebilme sanatıdır.






TÜRK FİLMLERİNDE GÖÇ OLGUSU
Beyaz Perdeye Yansıyan Hayatlar


Faruk Kaya



Sinema, yaşanmış olan veya yaşanabilecek her şeyi konu alan bir sanattır. Kavimler Göçü gibi çağ açıp çağ kapatan tüm dünyayı etkileyen önemli bir olay olan göçleri de konu almıştır. Türkiye'de 1950'li yıllarla birlikte başlayan kente göç olgusu, zamanla sosyolojinin temel konularından birini oluşturmuştur. Sinemada kentleşme olgusunun ele alınması da ancak 1960'lı yıllarla birlikte görülmüştür.
Türkiye’de kırsaldan kente iç göçü konu alan Halit Refik’in “Gurbet Kuşları” (1964) ilk filmdir. Bu film: Kahramanmaraş'tan, İstanbul'a göç eden bir ailenin dramını anlatıyor. Aile, büyük umutlarla İstanbul'a geliyor. Kent ve kentteki yaşam aile bireylerini farklı biçimde etkiliyor, zamanla aileden kopmalar başlıyor. Aile İstanbul’a taşınırken, Maraş’taki hemşerilerinden daha üst konuma geleceklerini düşünürler. Aynı yıllarda yurtdışına olan işçi göçleri de geçim sıkıntısı çeken bireylerin orada çalışıp biriktirdikleri ile memleketlerinde daha iyi yaşayacaklarını düşünmeleri ile olmuştur.
1972’de “Dönüş” filminde de Almanya’ya para kazanmak için giden İbrahim’in geride bıraktığı köy hayatına yabancılaşmasıyla tamamen yalnızlaşan eşi Gülcan’ın köy halkından baskı görmesi ve çocuğunu kaybetmesine kadar gider. İbrahim geçte olsa döner fakat başka bir hayat kurduğunun kanıtlarıyla.
Bu filmde olduğu gibi insanların para kazanmak için ettikleri göçler göç eden insanların farklı bir yaşam tarzı ile karşılaşmasıyla birlikte eski yaşadıkları yerlere yabancılaşmalarıyla sonuçlanmıştır. Örneğin şuan da ilk olarak 2 bin 500 Türkün göç ettiği Almanya'da, bugün üçüncü nesle ulaşan yaklaşık 3 milyon Türk bulunuyor.1980'lerdeki bir film olan“Züğürt Ağa”
Ağanın köylüler tarafından kandırılıp hiçbir şeyinin kalmamasıyla İstanbul’a göç etmesini ve orada yaşam şartlarına alışamadığı için yaşadığı zorlukları anlatmaktadır. Genellikle bu dönemdegelenlerin nerede ve nasıl yaşayacağısorun olmuştur.




Yeni Hayat İrem Deniz Aslan Sanat insanların hayatlarını etkileyen önemli olayları duygularla birleştirir. Sonuc...